Sabahattin Ali, ( 25 Şubat 1907 - 2 Nisan 1948) şair ve yazar, Kürk Mantolu Madonna adlı romanı 1943 senesinde yazmıştır. Kitapta, hayatı aslında bir kabus olan tercüman Raif Bey'den bahsediliyor. Raif Bey, sevmediği biriyle evlenmiştir, hayatı boyunca uğradığı haksızlıklara karşı koymamıştır, adeta kimsenin görmediği, tanımadığı, değersiz biridir o. Bir gün tercüman Raif Bey hastalanır, ölmek üzeredir. Ve iş arkadaşı Rasim Bey’den bir süredir tutmakta olduğu günlüğünü yakmasını ister. Rasim Bey, gizemini çözemediğimiz Raif Bey’in günlüğünü okur, ve roman da aslında bu günlükte geçenlerden oluşmaktadır.
Hikayenin ana fikri, kitapta Sabahattin Ali tarafından çok net verilmiştir.
”Dünya’nın en basit,en zavallı,hatta en ahmak adamı bile,insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!...Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”
Ben de, hikayeden aldığım cümlelerle, aynı ana fikri veren bir hikaye yazmayı denedim. Umarım beğenirsiniz.
İç
karartıcı, bulanık bir sabahtı. Geceden kar yağmış olmalıydı. Hani sadece
boğucu şehirlere özgü, asit, duman ve can sıkıntısı karışımı bir koku vardır
ya, sanki o, yatağımın üstünde göğsümü baskılıyordu.
Böyle günlerde canım hiçbir şey yapmak
istemezdi. Her şey o kadar zorlaşırdı ki benim için, sanki açık gri gökyüzü,
maviyi yuttuğu gibi, benim yaşam enerjimi de bir güzel götürürdü. Yaşamak
istemezdim, konuşmak istemezdim, dışarı çıkıp hava almak bana iyi gelir diye
düşünürdüm, ancak daha sonra insanların yüzleri beni yorardı. Çok düşünürdüm
yüzler hakkında, zaten o ara çok fazla rüya görüyordum, sanki her gördüğüm
insanın bir parçasını alıyor, rüyalarımda bana acı çektiren bambaşka varlıklar
yaratıyordum. İşte bu yüzden de, şüpheciliğim ve insanlara olan düşmanlığım,
hava almaya çıktığımda daha çok hatırlıyordum. Zaten beni kimse sevmezdi, bir
kaç arkadaşım vardı sadece. Arada bir evime uğrarlardı, bir süredir işsiz
olduğumdan da bol bol zamanım vardı her şey için. Asıl mesleğimi soracak
olursanız, tercümanlık yapıyordum. Ama
benim bu aralar boş oluşum, onları korkutmaya başlamıştı. Zaten çok fazla
kazanmadığım gelirimin artık olmaması, insan içine çıkmaktan hiç hoşlanmayan
biri olan beni, daha da içime kapattığını düşünüyorlardı.
İşte yine
aynı günde, eski iş yerimden gerçekten sevdiğim bir arkadaşım kapımı çaldı.
Yataktan çoktan çıkmıştım çıkmasına, ama
berbat görünüyordum. Kahvaltı yapmamıştım. Zaten dolapta da bir şey olduğunu
zannetmiyordum. Kapı çalındı.
-
Hoş geldin, dedim.
-
Hoş bulduk.
Yüzünde tuhaf bir ifade
vardı. Bir şey istiyormuşçasına mahcup, aynı zamanda istediğini yapmazsam çekip
gidecek, bir daha da asla bana gelmeyecekmişçesine mağrur bakıyordu. Elinde bir
paket vardı. Özenilerek kağıda sarılmıştı. Açıkçası merak etmiştim ne
getirdiğini.
Hiç duraksamadı,
kararlıymış edasıyla o ciddi olduğunda kullandığı sesini takınarak:
-
Sana
bir iş buldum, dedi.
-
Yaa, dedim.
Lafı hiç dolaştırmadan söylemesini beklemiyordum
açıkçası. Çünkü ne zaman böyle bir durum olsa, önce konuya başka yerlerden
girer, ne yapar ne eder ortamı ısındırdıktan sonra söylerdi. Paketi bana
uzattı. Holdeki iskemlelerden birine
oturarak kağıda sarılı paketi önüme koydum. Ellerimi önümde kavuşturdum. İfadesiz
bir surat takındım. Ne hissettiğimi bilmesini istemiyordum. Açıkçası ne
hissettiğimi, ne düşündüğümü ben bile bilmiyordum. Hayatım boyunca düşüncelerim
kahrolası beynimin içine sıkışmış kalmıştı. Duygularımı kimseye açmazdım,
değersiz bir insandım. Hayatta hiç kimse beni fark etmezdi, bir hayalet olarak
yaşardım. Travmaydı. Sinirlendim, yumruğumu sıktım, dişlerimi sıktım. Korktum
ardından, nadir arkadaşlarımdan bir tanesini kaybedeceğim diye. Ardından
kendime kızdım. Sonra üzüldüm. Pencereden dışarı baktım ve şu kahrolası dünyada
neden yer kapladığımı düşündüm. İnsanlar, dünya ve yaşamak adına, düşünmekten
başka bir şey yapmıyorsam, sadece dünyanın bir köşesinden herkesten uzak,
herkese sinirlenerek ve adeta onların asla benim kadar temiz olmadıklarını
düşünerek kendi karanlık beynimde onları küçültüyorsam, gerçekten, yaşamanın ne
anlamı vardı? Elime geçen ancak kaçmaktı onu da yapamazdım.
-
Peki dedim.
Açıkçası söyleyecek
başka bir şey bulamamıştım. Yüzüme anlamsız anlamsız baktı. Ayrıntılardan
bahsetti. Ne zaman başlayabileceğimi, iş yerinin nerede olduğunu, maaşını
anlatırken, ben onun saçında takılmış bir şey fark ettim. Ne olduğunu çözemedim,
öylece bir şey işte. Saçları özensizce taranmış, kabarık ve koyu kahveydi.
-
Saçında bir şey var. Aynaya bakmıyorsun
galiba.
Bu nükteme gülmedi,
cevap da vermedi. Artık sıkılmıştı. Neden benimle uğraşıyordu ki? Neden beni
seviyordu ki? Seviyor muydu ki? Üzüldüğü belliydi. Uğraşılmaya değmez bir adam
olduğumu düşünüyordu, herkes gibi.
Aniden sarsıldım. Pişmanlığı
sanırım daha önce hiç hissetmemiştim ya da acı çekmeye alıştığımdan, ancak bu
denlisi bana kendini hissettirebilmişti. Ne yapıyorum ben diye düşündüm,
karşımda oturan kadın kimdi, ona ilgisiz gözüken bu adam kim? Ben ne yapıyordum
böyle? Dünya hiç bu kadar sıcak gelmemişti. Dışarıda kar yağıyordu, bu
pişmanlık, dünyada benim için ayrılmış kasvetli köşeyi aydınlatıyordu. Aniden
kendimi evden dışarı attım, merdivenlerden koşarak iniyordum, kapıyı bilerek
açık bıraktım. Dışarıda diz boyu kar vardı. Etrafta insanlar yürüyor, onlarla
birlikte kıyafetleri, yüz ifadeleri, gölgeleri, düşünceleri ve ruhları da
yürüyordu. Sır vermeyen üşümüş deri parçalarıyla kaplanmış aşk, her yerden beni
çağırıyordu.
Bir daha düşündüm. Ayak bileklerime kadar kara batarak yürüyor ve her şeye dikkat ediyordum.
Biliyordum, gelecekti. Ya da sadece öyle bir hisse kapılmıştım. İlk kez umudu
içimde hissediyordum. Bu unutulan, değersiz, zavallı hatta ahmak adamın bunları hissedebileceğini kim
bilebilirdi? Niçin insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi
en kolay şeylerden biri zannediyorduk? Bir aralık içimden cız diye bir
şüphe geçti. Ya gelmezse? Ya şu kahrolası günün kahrolası saatinde, acımazsızca
yalnızlığımı, insanlar uğruna katlettiğimde, geride beklediğim insanlığı
bulamazsam, o zaman ne olacaktı? Aklıma Raskolnikov geldi, ve “Ben öldürdüm!”
diye bağırması. Evet, ben öldürmüştüm. Beynimin sessiz odalarında insanlık,
bütün günahları ifşa edilerek öldürülmüştü. Tüm aşağılıklığı, haksızlığı, ve
benim zavallılığımı, çirkinliğimi, ve beş parasızlığımı alay konusu yapan o büyük
inançsızlığı görmüştüm. Büyük engizitör’ün kandilinin ışığında yanıp kavrulan
bir Dostoyevski’ydim. Başka bir şey değil.
Muhakkak
ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. Varlığı kaçınılmaz, ve
özgür sevinin kutsal kanatlarında ölümsüzlüğe ulaşacak insanoğlu, sanki can
sıkıntısı adına yaratılmış, aradığını bulamamakta, ve sadece o an için
yaratılmıştı. Bir an yaşadım, bir an öldüm. Artık
benim için eskisinden beter bir hayat başlayacaktı.
Ardından eve
döndüm. Merdivenlerden sanki bütün
uzuvlarım ağırlaşıyormuşçasına, daha büyüyerek çıktım. Kapı hala açıktı. Onu
bıraktığım pozisyondaydı. En ufak bir hareketi bile yoktu. Bana anlamayan
gözlerle baktı, öyleydi ki, yaşamın bütün sırlarını çözüyordu. Geçtim karşısına
oturdum. Gözlerimi ona diktim. Ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Birden
konuştu.
-
Sen
bana, dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu bana bir de ruhum
bulunduğunu öğrettin.
İşte bunu beklemiyordum.
Ben ona ne öğretmiş olabilirdim ki? O beni neden seviyordu? Ben onu neden
seviyordum? O beni seviyor muydu? Elini tuttum. O an ikimiz de, ne onun buraya
geliş nedenini, ne de işsizliğimi hatırlıyorduk. Sonra çekip gitti.
İşte bunu beklemiyordum. Ancak ne mümkündü?”Dünya’nın en basit,en zavallı,hatta en ahmak adamı bile,insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!...Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder